BLOGGER TEMPLATES - TWITTER BACKGROUNDS »

22 Kasım 2009 Pazar

Ben Uyurken


Pat pat pat pat pat pat pat….
Tık tık tık tık tık tık tık tık
Pat pat pat pat pat pat pat
Pat pat!

Okuldaki herkesin kitap okumak için değil de uyumak için gittiği kırmızı koltuklu kütüphanede ben mümkün değil uyuyamıyorum. Çok yorgunum aslında. Gözlerim yorgunluktan kapanmak üzere. Gözlerimi kapatıp da uykunun sıcak ve yumuşak kollarına kendimi bıraktığım an sıçrayarak uyanıyorum yanımdan geçen ayak seslerine.

Pat pat pat…

Birbirinden farklı ritimlerde, farklı tonlarda çok da rahatsız edici olmayan ayak sesleri bunlar. Evet, herkes uyabildiğine göre çok da rahatsız edici olamazlar. Ama neden beni uyutmuyorlar?
Yanıtı biraz biliyorum sanırım… ayak sesleri beni korkutuyor. Çünkü ayak sesleri ben uyurken birilerinin uyanık olduğunun bir belirtisi. Birileri uyanık, birileri bir yerlere gidiyorlar ve hayat devam ediyor. Hayat devam ederken ben uyuyorum. Bu korkutuyor beni işte. Uyurken kaçırdığım şeylerden, uyanınca karşılaşacağım sürprizler… çocukken de böyleydim ben. Günün orta saatlerinde uyuyamazdım. Ben uyurken babamın işe, annemin komşuya gitmesinden ya da eve misafir gelmesinden hiç hoşlanmazdım. En geç ben uyanır, en erken ben kalkardım. Kütüphanedeki kırmızı koltuklara kendimi teslim edemeyişimin sebebi de işte bu korku.

Bir parça olsun dinlenebilmek için gittiğim kütüphaneden daha yorgun ve stresli olarak ayrıldım. O gün öğleden sonra kardeşimle buluşacaktım. Bir tane kız kardeşim vardı benim;adı Hayat. Adı kadar önemliydi benim için. Gerçekten adının anlamını taşırdı benim için çünkü, ben bir yaşımdayken ilik kanseri olduğum öğrenildiğinde yaşayabilmem için Hayat’ı dünyaya getirmişler. Varlığımı Hayat’a borçluymuşum yani. Aramızda çok güçlü bir bağ vardı bizim onunla. Kardeşlik kavramı sığ kalırdı ikimizden bahsederken. Onu bebekken bilinçsizce de olsa bana bağışladıkları değil sadece aramızdaki bağlılığı oluşturan. Biz daha çok küçükken boyumuzdan büyük dertlere uğraştık güçsüz omuzlarımızı birleştirerek. Mutlu bir çekirdek aileydik bir zamana kadar, sevgi dolu sıcak bir yuvamız vardı uzun yıllar. Sonra bir gün babam aniden bizi terk etti,başka bir kadına. Annem çok üzüldü, biz çok üzüldük… Biz babamın yarattığı depremin yıkıntılarını daha toparlayamadan, sevdiği erkeğin onu en yakın arkadaşıyla aldatmasına dayanamayan annem yaşamına son verdi bir kutu sakinleştirici içerek. Annemin ölümünü kabullenme sürecimiz zorlu geçti. Benim yanımda kardeşim vardı sadece, onun yanında da ben… Birbirimize sımsıkı sarıldık. Göz yaşlarımız aynı damlalarda birleşti, düştü annemin toprağına. Babam bize yanında yaşamamız için ısrar etti bir süre, kabul etmedik. Teyzemle beraber yaşamaya başladık. Teyzem ablasının birer parçası olarak gördüğü bizleri, belki de kendi çocuklarına gösterdiği ilgiden daha fazla bir ilgiyle sahiplendi.

Yıllar geçti büyüdük ikimiz de. Farklı şehirlerde farklı üniversitelerde okuyorduk artık. Arada birbirimizin ziyaret eder hasret giderirdik. O hafta sonu da hayat gelmişti beni ziyarete. Bir türlü uyuyamadığım kütüphaneden çıkıp kardeşimle buluşmaya gittim. Çok özlemiştim onu. “özlem” kelimesinin tam karşılığıydı o benim için birkaç yıldır.

Buluşmak için belirlediğimiz pastanenin önünde onu beklemeye başladım. Ve yolun karşısında onu gördüm. Siyah paltosu, kırmızı beresi, kırmızı eldivenleri ve kırmızı şemsiyesiyle kültleşmiş romantik filmlerin ana karakterlerini andırıyordu. O da beni gördü, gülümsedi ve karşıya geçmek için indi kaldırımdan. Önce sağa,sonra sola, sonra tekrar sağa bakmadı. Bana bakıyordu sadece ve sağ tarafından hızla yaklaşan arabayı görmedi. Ben de görmedim arabayı. Gördüm belki de ama hiç hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey onun çarpmanın etkisiyle uçan bedeni ve benim önüme doğru sürüklenen kırmızı şemsiyesiydi. Sonra bayılmışım.

Pat pat pat…

Ayak seslerinin dayanılmaz uyandırma etkisi… Uyandığımda gözümü soğuk hastane duvarlarına açtım ve birkaç saniye süren şuursuzluğu takiben göğüs kafesimde bir sancı hissettim. “Hayat!” Odaya giren hemşireye ilk sorum bu oldu :
“Hayat nasıl?”
“Kardeşiniz mi?”
“Evet.”
“Üzgünüz ama siz uyurken kardeşinizi kaybettik. Buraya getirdiklerinde fazla şansı kalmamıştı zaten.”

Ben uyurken…
Ben uyurken Hayat ölmüştü.
Hayat durmuştu ben uyurken…

3 Kasım 2009 Salı

CİNAYET

CİNAYET

“Karar verilmiştir.
Sanık Umut Yıldırım’ın davalı Yılmaz ailesinin oğulları Orhan Yılmaz’ı öldürmekten, 15 yıl 3 ay hapis cezasına…”

Küçük ve soğuk mahkeme salonunda duydukları Umut’u ne üzmüş ne de sevindirmişti. Biraz sonra bileklerine geçirdikleri metal kelepçeden bile daha soğuktu hisleri. Bir boşlukta gibiydi sanki. Uzun zamandır çıkamadığı derin bir boşlukta…


Çok değil , 2 ay önce Orhan’la beraber yaşadıkları evin kapısını kendi anahtarıyla açana kadar çok mutluydu Umut. Hayatındaki her unsur onu mutlu edecek bir seyirde işliyordu. Her şeyden önce Orhan vardı herkesten çok sevdiği… 3 yıldır kusursuz bir beraberlik yaşıyorlardı Orhan’la dillere destan.katıksız aşktı aralarındaki ömür boyu sürecekmiş gibi görünen. O gün de çalıştığı işten terfi eden Umut eve erken gelmişti. İçi içine sığmıyordu. Bu haberi Orhan’la paylaşacaktı ve birer kadeh şarapla kutlayacaklardı. Kafasında kurduğu mutlu planlarla içeri girerken Orhan’ın sesini duydu. Evde başka biri vardı; biriyle konuşuyordu Orhan acılı bir sesle.
“..Yani aslında her şey çok güzel gidiyor gibi görünüyor, biliyorum yeliz ama içimde bir sıkıntı var. Bunaldım, sıkıldım, belirli bir sebebi yok ama sanırım artık aşık değilim Umut’a”
“Yani olabilir tabi Orhan… Her ilişki ömür boyu sürecek diye bir kaide yok.. ikiniz de henüz çok gençsiniz. Daha ne kimler girecek hayatınıza kim bilir…”
Yeliz’in son cümlesindeki davetkar tonlamaya eşlik eden sıcak bir dokunuştan sonra ateşli bir şekilde öpüşmeye başladılar.
Olanları kapı aralığından gören Umut o an hızlı bir karar verdi. Ve dış kapıyı tekrar açıp sert bir şekilde kapattı salondakilerin duyması için. Neşeli bir ton vermeye çalıştığı sesiyle de
“ Ben geldiiim. Evde kimse var mı?”
umut’u karşılamak için kapıya gelen Orhan’la Yeliz’in biraz evvel yedikleri haltı örtmek için kullandıkları sahte gülümsemelerden tiksindi Umut.
“Hoş geldin”
“Hoş geldin .Hayırdır erkencisin?” dedi Orhan tedirgin oluğu zamanlarda yaptığı gibi ensesini kaşıyarak.
“Hımm evet. Bugün bir kıyak geçeyim dedim kendime. Bir şişe şarap aldım içeriz diye fakat ben içemeyeceğim; çok yorgunum. Uzanıcam biraz. Siz için bensiz..”
Yeliz ve Orhan kaçamak bakışlar attılar birbirlerine.
“Ben de gitmek üzereydim tam.”
“Gidersin tabi ödlek orospu!” diye geçirdi Umut içinden.
Yeliz gittikten sonra Orhan televizyon izlemeye salona geçti, Umut da dinlenme bahanesiyle yatak odasına. İçeri girip de kapıyı kapattıktan sonra bütün enerjisinin bittiğini hissetti. Başından ayak parmaklarına kadar bütün kanı çekiliyordu sanki. Kapıya yaslanarak kaydı, yere çöktü bir çuval gibi. Demin duyduğu onca üzücü şeyden sonra duygularını saklamak onu fazlasıyla yormuştu. Duyduklarını düşündü, gördüklerini… Soyut ve somut olmak üzere iki kavram vardır. ‘soyut’ kavramının kapsadığı şeylerin genel bir doğruluğu yoktur. İnanırsınız ya da inanmazsınız; o sizin bileceğiniz iş. Fakat ‘somut’ kavramının kapsadıkları kişiye göre değişmeyen genel gerçeklerdir. Az önce Orhan’ın ağzından çıkan ses dalgaları da, pencereden giren güneş ışınlarının birbirlerine şehvetle sarılmış olan Orhan ve Yeliz’e çarpıp yansıyarak hafif aralık kapıdan bakan bir çift göz tarafından algılanması da en az bir çay kaşığı kadar somut gerçeklerdir. Bu kadar somut iki gerçeğe rağmen, Umut ne gözlerine ne de kulaklarına inanabiliyor… Neden?
‘Neden?’ kafasını kemiren soru işte bu. Cevabını hiçbir zaman bulamayacağı, bulsa da anlayamayacağı bir soru ‘neden’. Beyninde dönüp duran bu soruyla uzandı yatağın sağ tarafına. Dizlerini karnına çekip cenin şeklinde, çığlık çığlığa fakat hiç ses çıkarmadan ağladı usul usul. Önce sol gözünden tuzlu bir damla aktı, sonra sağ gözünden… Pamuklu yastık yüzüne yayıldı damlalar büyüyerek…
Gece olup da Orhan yanına geldiğinde uyuyor taklidi yaptı Umut. Yanına uzanan Orhan’ın uyumasını bekledi. Bir süre sonra Orhan’dan düzenli nefes sesleri gelmeye başlayınca yavaşça kalktı Umut yataktan. Sessiz sessiz giyindi ve yanına birkaç elzem eşya aldı. Evden çıkmadan birkaç cümle karaladı bir kağıda. “ Sakın beni arama!” dedi yazığı mektubun sonuna. İstemiyordu Orhan’ın onu arayıp saçma sapan özür dilemesini. Diler miydi gerçi orası da bilinmez ama hiçbir şekilde muhatap olmak istemiyordu bu adamla yeniden. Sessizce çekti kapıyı arkasından ve terk etti Orhan’ı kalbindeki çirkinliğe…



Aradan bir ay kadar bir zaman geçti. Zaman… Zaman geçmez aslında. Zaman olduğu yerde durur, biz geçeriz zamandan. Değişen zaman değil, biziz çünkü. Umut da çok değişti bu bir ayda. Orhan’ı ve ona dair her şeyi siliyor hayatından yavaş yavaş. Fakat bir haftadır içini kemiren korkunç bir şüphe var; gebelik… Bu şüpheye daha fazla dayanamayacak Umut , test yaptıracak. Üzüntüden, stresten gecikmiştir herhalde. Eczaneden aldığı zımbırtı çubuklarla test etti kendini. Sonuç pozitif! Karnında Orhan’ın çocuğunu taşıyor 5 haftadır. Orhan’dan kalan her bir parçayı içinden kazırken bu parça da bir istisna olmayacak. Fazla düşünmesine gerek yok, aldıracak bu insan yavrusunu bedeninden.


Bir yerlerde bir kadın Orhan’ın çocuğunu aldırma kararı verirken, Orhan her şeyden habersiz uyumaya hazırlanıyor. O gece evde kalan misafirine kendi yastığını verdi ve yataktaki diğer yastığa doğru uzandı, Umut’un yastığına... Umut’un evi terk ettiği ilk zamanlarda buruk bir rahatlama duymuştu içinde. Rahatlamıştı çünkü Umut Orhan’ı zor bir görevden kurtarmıştı.biraz burukluk da vardı nedenini bilmediği… Ve bu aralar o burukluğu daha yoğun hissediyordu garip bir şekilde. Yastığa kafasını koydu, derin bir soluk aldı. Ciğerlerine çektiği bu derin hava kütlesinin içindeki koku molekülleri burnundaki koku reseptörleri tarafından algılandıktan sonra sinir hücrelerinin iletimiyle saniyenin 10’da biri kadar bir süre içinde beynine ulaştı. Orhan bu onda birlik saniyede inanılmaz derin bir acı hissetti göğüs kafesinin ortasında bir yerde. Beyni sanki oyun oynarmış gibi Umut’la yaşadığı bütün güzel anları teker teker canlandırmaya başladı gözlerinde ve ağlamaya başladı Orhan. Hıçkıra hıçkıra , gözyaşlarından utanmayan bir çocuk gibi pervasızca ağladı bir süre. Gözlerinden süzülen yaşlar pamuklu çarşaf yüzünde buluştu bir ay önce bir kadının gözlerinden dökülmüş.


Doktorun bütün uyarılarına rağmen kararını bozmadı Umut. Karnında taşıdığı bu canlı müsveddesinden kurtuldu en sonunda. “ tekrar hamile kalamayacaksınız” demişti doktor.”bu sizin ilk ve son şansınız”. Halbuki hep istemişti Umut; bir çocuğu olsun kız ya da erkek fark etmez. Bir çocuğu olsun, hayatının merkezine koysun onu. Öpsün , koklasın bebekken. Bebek kokusunu ne de sever. Fakat olmayacak. Hiçbir zaman anne olamayacak Umut.

Poliklinikten çıktıktan sonra yolda yürürken aklından bunlar geçiyordu Umut’un. Sadece Orhan’ın çocuğunu aldırmamıştı ki az önce. Belki bir gün anne olabilme ihtimalini de aldırmıştı. Üzgün mü? Hayır. Kızgın mı? Hayır. Sadece boşluk hissettiği. Daha doğrusu hissedemediği. Çok üzücü bir durumda yaşanılan duygu kilitlenmesi Umut’un yaşadığı da.
Yolda yürürken öyle şuursuzca, tesadüf bu ya, Orhan’la karşılaştı Umut. Umut’ gören Orhan ona doğru yöneldi. Bir şeyler anlatmaya başladı Umut’a. Pişmanlık, mutsuzluk, sevmek… Bu gibi sözcükler dökülüyordu Orhan’ın dudaklarından.;”Kısa bir sürelik bunalma haliydi yaşadığım. Seni hâlâ seviyorum. Ne olur dön bana!”
Kendisine sarılmış ağlamakta olan bu adamı algılamakta güçlük çekiyordu umut. Fakat Orhan’ın son sözleri şimşek gibi çakmıştı beynine. “kısa bir sürelik bunalma”nın maliyetini düşündü. Kaybolan anneliğini, hiç doğmayacak çocuğunu… İşte o an, Orhan kendisine sarılmış zavallı bir şekilde ağlarken, o gün işleyeceği ikinci cinayetin kararını verdi umut…

30 Ekim 2009 Cuma

üç fincan sakızlı kahve

üç fincan sakızlı kahve ve sonrasında iki çift güzel söz.görülen yollar,kısmetler 3 vakte kadar gerçekleşecek güzel şeyler... 3 yakın arkadaşın birbirlerine olan sevgilerini ifade etme yolu bu; o küçücük fincanın içinde kalan kahve artıklarından birbirlerine parlak gelecekler çizmeleri...
yağmurlu bir hava ve gri bir istanbul öğleden sonrasında kahvaltı masası hala kaldırılmamış durmakta..3 arkadaş uzanmışlar koltuklara tembelliklerinden yorulmuş..kafaları birazdan çıkacakları sokaklarda..